haftalık yazılı medyada yer alan haberler aktarımı #3
(Yazı: ben bilge/140journos)
Editörün Notu: 140journos’un Medium hesabı üzerinde yayımlanan fikir yazıları, fotoğraf öyküleri ve farklı medyalarla yaratılan anlatılar, yazarların tasarrufunda olup ele alınan konulara farklı perspektiflerle bağlamsallık kazandırmak amacıyla yayımlanır ve 140journos’un kurumsal görüşünü yansıtmak mecburiyetinde değildir.
“motorlu taşıtlar trafik karmaşasını çözmemize yardımcı olacak.”
birleşik krallık eski başbakanı arthur balfour’un 1910'lu yıllardaki bu öngörüsü, zaman içerisinde yanıldığını gösterecekti.
geçtiğimiz yüzyılda otomobiller yavaş yavaş yollara çıkmaya başladığında, ulaşımda mucizeler yaratması bekleniyordu. otomobiller sayesinde şehirlerarası yolculuk kolaylaşacak, bu sayede zamandan tasarruf elde edilebilecekti. fakat pratikte beklenen gerçekleşmedi; 18. yüzyıl londra’sının sokaklarında ortalama at sürme hızı, günümüz londra trafiğinde bir otomobilin ortalama hızıyla aynıydı.
ingiltere’nin de dahil olduğu 146 ülke arasında yapılan trafik sıkışıklığı endeksi’ne göre, 2015 itibariyle, en çok trafik sıkışıklığı yaşanan şehrin istanbul olduğu ve londra’nın da on altıncı sırada yer aldığı göz önüne alınacak olduğunda, istanbul’daki otomobillerin ortalama hızının, 18. yüzyıl londra’sının ortalama at sürme hızından çok daha yavaş olduğu çıkarımına ulaşılabilir.
dolayısıyla trafik yüzünden gerçekleşen bir gecikme miydi, bilmiyorum ancak ben söz konusu gecikmenin trafik yüzünden olduğu kanaatindeydim. hatta bence olay şöyle gerçekleşmişti:
star gazetesi’ne verdiği röportajda da belirttiği üzere zehra develioğlu, arkadaşlarıyla adalar’a gitmişti; eşine de döneceği saati söylemişti. ancak adalar dönüşünde, eşi henüz anlaştıkları noktaya ulaşmamış olduğundan, zehra develioğlu beklemeye başlamıştı. bir süre sonra da eşi gelmiş ve develioğlu da arabaya binmişti.
eşi, zehra develioğlu’nu ne kadar bekletmiş, bilmiyorum ancak bence uzun bir süre bekletmiş olsa gerek ki, zehra develioğlu sinirlenmişti. muhtemelen yoldan geçen biri bir laf atmıştı ve beklemekten sinir küpüne dönmüş olan develioğlu da, arabaya bindiğinde, eşine “senin yüzünden” konseptli, bol baharatlı bir hikaye anlatmıştı; bu, “belden yukarıları çıplak, ellerinde deri eldivenler, başlarında siyah bandanalar” mitinin doğuş anıydı. ve yine muhtemelen, eşi, kendisine anlatılan hikayeye başta inanmamış, bunun üzerine de zehra develioğlu, bir savunma mekanizması mahiyetinde, anlattıklarının gerçek olduğu konusunda ısrar etmişti.
sonrasında hangi bağlantılarla olay dilden dile aktarılmış da en nihayetinde gazetelerde kendine yer bulmuş, bunu da bilmiyorum ama bence olayın başlangıcı böyle gerçekleşmişti; istanbul trafiği yüzünden, iki sene boyunca basında ve sosyal medyada konuşulan bir hadise böyle oluşmuştu.
örneğin kabataş hadisesi, bu hafta da cem küçük’ün kaleme aldığı bir yazıyla bir kez daha gündemde kendine yer edindi.
yazı, “utanmazlıkta sınır tanımamak!” başlığını taşıyordu ve içeriği göz önüne alınacak olduğunda, “utanmazlıkta sınır tanımayan” kişi, cem küçük’ün kendisi miydi yoksa suçladığı paralel yapı mıydı, tam anlayamadım. mesela dikkat çekmesi için kalınlaştırılmış bir bölümde, küçük şöyle yazmıştı:
“Mayıs sonundaki Fethullahçı polis provokasyonları ile laik kitlelerin kasıtlı kışkırtılmasıyla başlayan Gezi olayları sonrasında dindar bilinen herkese saldırılara dönüşmüştü.”
örneğin, “Gezi olayları sonrasında dindar bilinen herkese saldırılara dönüşmüştü” diyordu, ancak “neyin” dönüştüğünü söylemiyordu. yani “dindar bilinen herkese saldırılara” dönüşmüştü, ama dönüşen neydi, anlamadım; anlamamam da normaldi çünkü yazarın kendisi belirtmemişti.
öte yandan bu denklemde, gezi olaylarında antikapitalist müslümanlar’ın varlığını nereye yerleştirmek gerekir, bilmiyorum. dediğim gibi, “utanmazlıkta sınır tanımamak” derken, küçük, bir özeleştiri yapıyor olabilirdi. çünkü, dikkat çekmesi için kalın yazılan ifadelerin neredeyse tamamında buna benzer çelişkili aktarımlar söz konusuydu.
küçük, aynı yazıda, gezi olayları’nın yaşandığı günlerde solcuların dershaneleri yaktığını aktarıyordu. buna benzer bir hadise hatırlayamadığım için ben de arama motorunda şu aramaları gerçekleştirdim, ancak hiçbir sonuç elde edemedim:
“solcular dershane yaktı”
“sol dershane yaktı”
“çapulcular dershane yaktı”
“gezi dershane yaktılar”
“gezi olayları dershane”
“gezi dershane saldırısı”
“gezi darbe girişimi dershane”
cem küçük’ün kaleme aldığı yazıların karakteristik özellikleri vardır. yani yazarını bilmeden metni okusam, anında cem küçük olduğunu anlayabilirim. örneğin neredeyse her yazısında, öyle ya da böyle, bir şekilde aydın doğan’dan bahseder, bazen isim vererek bazen de anonim bırakarak, kişi veya kişilere “ayağını denk al”, “tavırlarını düzelt” gibisinden telkinlerde bulunarak yazısını noktalardı. küçük, “utanmazlıkta sınır tanımamak” yazısında da yine aynı karakteristik özelliklere yer vermişti:
“Bu arada Ahmet Hakan yolsuzluk ve hırsızlık laflarını diline çok doladın bu ara. Soyadın gibi çok çoşuyorsun, sonunda hiç istemediğin yerde bulma kendini” diyor, yazısına şu ifadelerle devam ediyordu:
“Çünkü hem senin hem kimi yakın akrabalarının geçmişi yolsuzluk örnekleriyle dolu. Dinime küfreden bari Müslüman olsa atasözümüzü hiç unutma.”
yani anladığım kadarıyla, ahmet hakan ve yakın çevresi gibi cem küçük de birçok yolsuzluğa imza atmıştı. çünkü türk dil kurumu (tdk)’na göre, “dinime küfreden bari müslüman olsa” atasözünün karşılığı şöyleydi:
“başkalarını eleştirirken kendisi de aynı yanlışı yapan kimse için kullanılan bir söz”
yani sanırım, “utanmazlıkta sınır tanımamak” ifadesini, cem küçük kendisi için kullanmış, dürüst ve takdir edilesi bir özeleştiri yazısı kaleme almıştı.
ertesi günlerde de ahmet hakan, kendi köşesinden cem küçük’e cevap niteliğinde bir köşe yazısı kaleme aldı. ancak küçük’ün “yolsuzluk” iddiasına hiç değinmeyerek, tamamen dini inançları ve pratikleri üzerine bir savunma yazısı kaleme almıştı. zira birkaç gün öncesinde takvim gazetesi ahmet hakan’ı bir teknede sigara içerkenki fotoğrafını manşetten yayımlamış, ahmet hakan’ın oruç tutmaması gündemde kendine böylelikle yer edinmişti.
aslında her şey ahmet hakan’ın devlet bahçeli ile gerçekleştirdiği bir röportaj ile başlamıştı; röportaj için kullanılan fotoğrafta devlet bahçeli çay içmekteydi. fotoğraf, “devlet bahçeli oruç tutmuyor mu?” sorusunu gündeme getirdi ve bunun üzerine ahmet hakan, fotoğrafın arşivden seçildiğini, röportajın gerçekleştiği gün ikisinin de oruçlu olduğunu söylemişti. takvim gazetesi, bahçeli’nin çay içerkenki fotoğrafın yayımlanmasını, doğan medya grubu’nun bahçeli’yi koalisyon denkleminden çıkartıp, siyaseti dizayn etmeye çalışması olarak yorumladı.
iki gün sonrasında ise ahmet hakan’ın teknedeki fotoğrafı, takvim gazetesi’nin manşetinden yayımlandı. iddialara göre fotoğrafı çeken kişi, yakınlarda bir başka teknede bulunan rıza zarraf’tı.
hakan, kendisini savunan bir yazı kaleme aldı ve takvim gazetesi’ni “oruç polisi” olmakla suçladı. takvim gazetesi ise, oruç polisi olmadığını, hakan’ın kasıtlı olarak mevzuyu oruca indirgediğini ancak asıl mevzunun, bahçeli’nin çay içerkenki fotoğrafı üzerinden siyaseti dizayn etmeye çalışması olduğu iddiasını tekrarladı. mevzu cidden böyleydi. ben de anlamamıştım.
anlamamış olmam, anlamaya çalışmayacağım anlamına da gelmiyordu. dolayısıyla, adım adım ilerleyerek, takvim gazetesi’nin haberini anlamaya çalışmaya karar verdim. oruç tutmadığını iddia ederek, bahçeli’yi koalisyon denkleminden çıkarmak hedeflendiyse, öncelikle koalisyon kelimesinin tanımına bakmak gerekmektedir, diye düşündüm. tdk, “koalisyon” kelimesinin karşılığını şöyle vermekteydi:
“Çeşitli güçlerin bir araya gelmesiyle oluşturulan birlik, ortak yönetim”
“çeşitli güçler” ifadesini, siyasi parti liderleri olarak kabul edersek, bu durumda bahçeli’nin oruç tutmadığı için koalisyon denkleminden düşmesi, davutoğlu’nun oruç tutmayanlara yönelik toleransının olmadığı, hatta oruç tutulmamasına da şiddetle karşı olduğu anlamı çıkmaktaydı.
ancak davutoğlu, gerçekten de oruç tutmayanlara karşı sert bir tutum sergilemekte miydi? örneğin, cumhurbaşkanı erdoğan, neredeyse her gün iftarlara katılmakta ve demeçler vermekteydi. davutoğlu ise, şimdiye kadar yalnızca iki defa iftarda görüntülenmişti. öte yandan kılıçdaroğlu da bir konuşmasında, “Aslında kendilerini iftara davet ettik. Oruç açar konuşuruz dedik ama Sayın Davutoğlu’nun programı uymadı” demişti. davutoğlu’nun programı neden uymamıştı? iftar düzenlemeyen ve iftar saatinde de “programı uymayan” davutoğlu, yoksa oruç tutmamakta mıydı?
bu akıl yürütmenin, oruç polisi olmam ile bir ilgisi var mıydı? yoksa ben de siyaseti dizayn etmeye mi çalışmaktaydım?